Okunma Sayısı : 181
Fransız yazar Albert Camus ; kendisini öyle tanımlamasa da, Varoluşçu ve Absürd Felsefe'nin öncülerinden biri olarak kabul edilir. Yazdığı eserlerde, insanın yaşamla, ölümle ve toplumla ilişkisini sorgulayan felsefî temalara sıkça yer verir.
Yabancı, Camus'ün ilk felsefî romanıdır. Roman, II. Dünya Savaşı sürerken ve Nazilerin Fransa'yı işgal ettiği dönemde yayımlanmıştır. Doğrudan politik bir eleştiri içermediği için sansüre takılmadan yayımlanabilmiş ve felsefî yönüyle ön plana çıkmıştır. Bu yönüyle, Camus'nün Nobel Edebiyat Ödülü almasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Eser, Meursault karakterinin annesinin ölümüyle başlayıp bir cinayetle sonuçlanan iki bölümlük bir hikâyeyi konu alır.
İlk bölüm, Meursault'ın yaşamını, annesiyle bağını, toplumla ilişkisini ve iç dünyasını sunar ve şu cümleyle başlar:
"Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum."
Bu ilk cümle, Meursault'un duygusal mesafesini ve yaşamı algılayışındaki absürd felsefesini ortaya koyar. Toplum genelde bize yapılanlarla ilgili bir duygu beslememizi ister; peki ya eylemlerimizin altında sadece birkaç zihinsel düşünce varsa, yaşamamızla aramızda bir derinlik yoksa ve hayatın anlamsızlığını savunup sadece anı karşılıyorsak? İşte Albert Camus'un Yabancı kitabı tam olarak buna değinir.
Meursault, annesinin cenazesini görmek istemez; hatta tabutun başında sigarasını içer, kahvesini içer ve uyur. Annesinin mezarının başında beklemez, görevi tamamlanmış olarak bakar, işine döner, bir kız arkadaş edinir ve bundan rahatsız olmaz. Onu asıl rahatsız eden, etrafındaki insanların onun gibi davranmayıp annesi ile ilgili teselli vermeleridir.
Baş kahramanımız ilişki kurduğu kızla bile duygusal olarak bağ kurmaz ve bana göre kitabın en absürt kısmı şöyle ifade edilir:
"Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenme isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim. 'Öyleyse neden evleneceksin benimle?' dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını ama o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım. Zaten bunu isteyen oydu, bana düşen de evet demekti. O da evliliğin ciddi bir iş olduğunu belirtti. Ben, 'Yoo,' diye cevap verdim. Bir an sustu, ses çıkarmadan yüzüme baktı. Sonra konuştu. Bilmek istediği tek bir şey vardı; aynı şekilde başka bir kadına bağlı olsam ve aynı teklif ondan gelse kabul eder miyim. Ben de, 'Tabii!' dedim. O zaman, kendisinin beni sevip sevmediğini sorguladı, ben bu konuda bir şey bilemezdim..."
Baş kahraman ne kadar duyarsız gözükse de, Albert Camus'un vermek istediği şudur: Meursault sadece dürüsttür; yaşamın getirdiklerine anlam yüklemeye çalışmaz; hayatı olduğu gibi yaşar. İşte bu yüzden, karakterimiz absürd felsefenin somutlaşmış hâlidir.
Kitapta betimlemeler güzel ve incelikle yer alır; yazılanları adeta yaşatır. Karakterle sokağı izler, sahilde yürür, denizin sesini duyarız, onunla yüzer, suyu hissederiz. Bu durumun sebebi biraz da Meursault'un fiziksel duyumlar üzerinden hayatı yaşamasıdır. Hatta bir Arap'ı öldürmesi bile zihinsel bir karar sonucu değil, sıcağın ve bunalmışlığın etkisiyle elindeki silahı ateşlemesiyle olur.
Böylece ikinci bölüme geçeriz; karakterimiz tutuklanır ve yargılama sürecine girer. Topluma karar için anlam ve duygu lazımdır ama Meursault onlara ikisini de veremez. Varoluşu ve dürüstlüğüyle bir nevi maskesiz hâli toplum tarafından kabul görmez. Bu yüzden annesinin ölümüne verdiği tepkisizlik üzerinden değerlendirilir, kalpsiz ve cani ruhlu olarak görülür; bu da onu idama götürür.
Albert Camus, şimdiki zamana değinir ve geçmişin müdahaleye kapalı oluşundan dolayı oraya dair duyguya da gerek kalmadığını söyler. Varoluşu sorgulatır; hayatta anlam aramanın absürd olduğunu, aslında hayatın kendi başına herhangi bir anlam vaat etmediğini fısıldar. Çünkü hayat, anlamlı ya da anlamsız yargısına tabi olmadan, sadece yaşanması gereken bir deneyimdir. Ve aslında dünyanın kayıtsızlığına kucak açmak, yaşamın değer kazandığı paradoksu gösterir. Bu nedenle Tanrı'ya ya da bir ideolojiye inanmak, insanın anlamsızlık karşısında çırpınışı ve ölümden korkmasıdır. Oysa ölüm, hayatın sonu değil, onu olduğu gibi görmemizi sağlayan aynasıdır.
Sonuç olarak, Albert Camus'un Yabancı kitabı, Meursault'un davranışlarını bizim de anlamlandırma çabamızdan, onun bakış açısına ve felsefesinin derinliğine doğru yol almamızı sağlar. Bu yol boyunca kitabın adı bize Meursault'u "yabancı" diye düşündürse de, aslında asıl yabancı onu anlamayan toplumdur. Yabancı kitabı, akıcı ve basit diliyle hikâyeştirilmiş; yaşama dair felsefî bir pencere açıp sorgulatan, mutlaka okunması gereken bir eseridir.
İZEL SÜRMELİ
1997 yılında Hatay'da doğdu. Çocuk Gelişimi Bölümü'nü tamamladı ve şu anda Sosyal Hizmetler Bölümü eğitimi almaktadır. Ortaokul yıllarında başlayan okuma merakı, edebiyata olan ilgisiyle birleşerek yazarlığa evrilmiş ve bu yolculukta kendini geliştirmeyi hedeflemiştir. Yazılarında edebiyatı bir ifade alanı olmanın ötesinde, insan ruhuna ve toplumsal yaşama dair yeni bakış açıları geliştirecek bir yol olarak görmektedir.