Okunma Sayısı : 223
"Ne kadar az şeye sahip olursan, o kadar çok özgür olursun."
Bir yerde okumuştum, nerede olduğunu hatırlamıyorum. Ama bazen bazı cümleler, yazıldığı yeri unuttursa da içimize işleyen bir hakikat gibi kalır.
Benim için o cümlenin karşılığı, lise yıllarıma kadar arka cebimde taşıdığım mendildi. Kimisi ceket cebinde taşırdı, kimisi göğsünde; bense hep arka cebimde saklardım. Her hafta sonu çamaşırlar yıkanır, ütülenirdi. Annem mendilleri de ütülerdi. Hâlâ gözümün önünde: ortası bembeyaz, kenarları kahverengi desenli mendiller. Ütünün buharı, çamaşırların kokusu, annemin özenle katlayışı... Sanki mendilin içinde sadece bez değil, bütün bir evin emeği vardı.
Mendil, hayatımın küçük ama sadık bir eşlikçisiydi. Teneffüste terimi onunla silerdim, yolda bir şey atıştırdıysam ağzımı onunla temizlerdim. Bazen de düşüp dizimi yaraladığımda kanı onunla durdururdum. Annem o zaman kızardı:
"Her tarafın yara bere içinde, mendilinde kan lekesi oldu. Ben şimdi bunu nasıl çıkaracağım?"
Kan lekesinin zor çıktığını bilirdim, ama mendilin asıl izi benim belleğimden hiç çıkmazdı.
Sonra bir gün, varlıklı bir arkadaşımın elinde başka bir şey gördüm: incecik, bembeyaz, katlanmış bir kâğıt parçası... Yemeğini yedikten sonra açıp ellerini onunla sildi. Sonra buruşturup çöpe attı. Bir şeyin sadece bir kez kullanılıp atılabileceğini ilk kez o gün gördüm. Bize öğretilen tasarruf kültüründe böyle bir şey yoktu. Yine de içimde garip bir hayranlık uyandı. O beyaz kâğıt, hem israf kokuyordu hem de bana tuhaf bir konfor vaadi fısıldıyordu.
Birkaç yıl içinde mendiller kayboldu. "Demode" oldular. Cep peçeteleri aldı yerlerini. Erkeklerin ceplerinden alıp kadınlara hediye ettiği mendillerin, bir zamanlar nezaketin ve zerafetin simgesi sayıldığı günler geride kaldı. Artık peçeteler vardı: tek kullanımlık, beyaz, tertemiz ve biraz da ruhsuz.
İroni şu ki, bugün en seçkin restoranlarda hâlâ kumaş mendiller veriliyor. Bir zamanlar köylülük, yoksulluk, hatta antikalık sayılan o kumaş parçaları, şimdi "özel" sofraların sembolü. Demek ki mendil, sadece ter silmek ya da kanı durdurmak için değil, zamanın değer yargılarını da kaydeden sessiz bir şahitmiş.
Belki de mesele mendil ya da peçete değildir. Asıl mesele, eşyaların bize nasıl bir hayat anlayışı öğrettiğidir. Mendil bize emek, sabır ve devamlılık öğretirdi; peçete ise hız, temizlik ve konfor. Biri geçmişin yükünü, diğeri bugünün hafifliğini taşıyor.
Ama sorulması gereken şu: Biz gerçekten hafifledik mi, yoksa sadece köksüzleştik mi? Her çöpe atılan peçete, belki de bir hatıranın, bir emeğin, bir özenin de atılmasıdır. Özgürleşiyoruz sanarken, kendimizi bir tüketim zincirine daha sıkı bağlamış olabiliriz.
İşte bu yüzden, ütünün buharı arasında annemin katladığı mendilleri hatırladıkça, bir bez parçasının bile hayatımıza ne çok anlam yüklediğini fark ediyorum. Ve belki de özgürlük, sahip olduğumuz şeylerin azlığında değil, onlarla kurduğumuz bağın derinliğinde gizlidir.
HASAN ABACI
1986’da Hatay Samandağ’da doğdu. 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Delaware State University’de Psikoloji ve İnsan Hizmetleri eğitimi aldı. Uzman psikolog olarak yıllar boyunca insan hikâyelerine kulak verdi, gözlem ve sezgilerini hem mesleğine hem yazın hayatına taşıdı. 2020’de Türkiye’ye döndü. Hâlen Hatay’da kendi danışmanlık merkezinde çalışmakta, yazarlık serüvenini sürdürmektedir. Enkazdan Paralel Evrene Uyanış romanının yazarıdır.