Arama

Dul: Yarım Kalan Kadınların Sessiz Tarihi

Okunma Sayısı : 412

“Dul” kelimesi bir kadın buluşu değildir; aksine, kadını kontrol altında tutmak isteyen düzenin damgasıdır. Etiket bir kere vurulur; o etiketle çocuk büyütürsün, ekmek kazanırsın, yeniden seversin, belki sevemezsin. Erkek için “dul” demeye bile gerek yoktur; o bekâr kalır, hayatına devam eder. Dul erkek anlatılmaz, ama dul kadın hep anlatılır.

Dul: Yarım Kalan Kadınların Sessiz Tarihi

 “Dul” dediğimizde bir kelimeden fazlasını konuşuruz. Dilin bir ucunda sessiz bir ölüm, diğer ucunda diri diri gömülmüş hayatlar vardır.
İnsan, kelimeleri icat ederken duygularını, korkularını, arzularını da o kelimenin içine mühürler. “Dul” kelimesi de tam böyle bir mühürdür: Boş kalan, eksik kalmış, yarım bırakılmış. Proto-Türkçe “tul” köküyle, Altay bozkırlarından bugünün şehir apartmanlarına kadar uzanan bir iz süreriz: Bir eşin ölümüyle “yarım” kalmak… Ama bu yarım kalmışlık, kadın için başka bir hikâye demektir: Yalnızlık değil, damgalanmak.
Tarihin pek çok sayfasında dul kadın hem korunmaya muhtaç hem tehlikeli ilan edilmiştir. Osmanlı’da bir kadının kocası öldüğünde ailesinin kanatları altına geri dönmesi beklenirdi; dönerse namus korunurdu. Dönmezse dedikodular başlardı: Genç dul.
Hindistan’da dul kadın, beyaz kefeni andıran sade giysilere bürünür, hayatı boyunca süslenemez, saçını keserdi. Bazısı kocasının odun yığınına bedenini de bırakırdI "Sati" dedikleri o korkunç törenlerde. Avrupa’da dul kadın bazen mirasın sahibi olur, kendi kendine yeten bir “özgür kadın” olurdu. Bu yüzden de toplumun gözüne tehlikeli görünürdü: Evi, parası, kararı kendi olan kadının en az cadı kadar korkutucu olduğuna inanan bir yüzyıldan geçtik bu topraklarda.
Bizim coğrafyamızda, Anadolu köylerinde, şehirlere göçen ailelerin apartman koridorlarında da dul kadın hep görünmez olmaya zorlandı. Yalnız yaşayan bir dul kadının kapısının önünde yanlış ayakkabı unutulsa dedikodusu bitmez. Dul kadın gülerse, süslenirse, yeniden severse… Ayıp. Dul kadın sessiz kalırsa, yok gibi yaşarsa… Makbul.
Ama asıl soru şudur: Bu kelimeyi kadınlar mı seçti?
Hayır. “Dul” kelimesi bir kadın buluşu değildir; aksine, kadını kontrol altında tutmak isteyen düzenin damgasıdır. Etiket bir kere vurulur; o etiketle çocuk büyütürsün, ekmek kazanırsın, yeniden seversin, belki sevemezsin. Erkek için “dul” demeye bile gerek yoktur; o bekâr kalır, hayatına devam eder. Dul erkek anlatılmaz, ama dul kadın hep anlatılır.

Bir Pencere Hikâyesi
Sultan Hanım, yetmişine merdiven dayamış bir dul. Yetmişinde diyoruz ama asıl yaşı kırk beşinde durmuş. Kocası bir kış günü kömür sobasını yakarken uyuyakalmış, bir daha da uyanmamış. O günden beri Sultan Hanım’ın yüzü de soba gibi sönmüş derlerdi mahallesinde.
O ilk sene başını öne eğdi, siyah tülbent sardı. Oğlu Almanya’ya işçi olarak gitti, kızı başka bir şehre gelin gitti. Sultan Hanım yalnız kaldı. Bir süre komşular çorba getirdi, kömür getirdi, sonra o kapı sesi de kesildi. Geriye sadece apartman boşluğunda yankılanan dedikodular kaldı:
“Kadıncağız dul kaldı, yazık…”
“Genç dulken neler etti kim bilir…”
“Şimdi kim bakıyor ki ona?”
Sultan Hanım yıllarca konuşmadı, gülmedi, süslenmedi. Perdelerini kapalı tuttu. Bir gün kapının altından fısıltı gibi bir mektup sızdı: Elektrik faturası üstüne yanlışlıkla bırakılmış gibi. Yanlışlıkla bırakıldığını sandığı mektup, karşı apartmanın dördüncü katındaki Ali Bey’dendi. Ali Bey de duldu. Eşini yıllar önce kaybetmiş, kapı aralıklarından mahcup mahcup selam verirdi.
Sultan Hanım o günden sonra perdelerini sabahları biraz aralık bırakmaya başladı. Her sabah ince belli bir bardakta kahvesini içer, karşı camda Ali Bey’i görürdü. Ali Bey de tam o sırada penceresini silerdi. İkisi de tek kelime etmezdi, ama bir bakış bir kelimeden daha gürültülüdür bazen. Mahalle fark etmesin diye Sultan Hanım balkona hiç çıkmaz, Ali Bey de çöpü en tenha vakitte atardı.
Bir gün Sultan Hanım saçını boyadı. Aynada kendini süzdü, yirmi yıldır ilk defa dudaklarına ince bir ruj sürdü. Kimse görmedi, ama o aynada kendini gördü ya, yeterdi. Komşu kapıyı çalsa hemen tülbenti geçirirdi başına. Ama Ali Bey’e camdan bakarken Sultan Hanım artık o tülbenti unutuyordu.
Mahalleli yine mırıldandı: “Dul kadın kapıya bakıyor…” dediler. Sultan Hanım duymazdan geldi. İnsanın penceresi varsa, kelimelere kulak tıkamayı da öğrenir. Sultan Hanım belki Ali Bey’e hiç varamadı, mahalleli ne dedi ne demedi, kim bilir. Ama Sultan Hanım her sabah kahvesini pencerede içti, gülümseyerek. Gülümsemenin yasak olduğu bir dünyada, bu başlı başına bir devrimdi.
Bugün şehir apartmanlarının ince duvarlarından, sosyal medyanın köşe bucak dedikodularına kadar hâlâ sürer bu görünmez etiketleme. Yine de bir fark var: Artık bazı kadınlar bu damgayı taşımıyor, atıyor. Dul kelimesinin içinden yeni anlamlar çıkarıyor: Kendi ayakları üzerinde duran, kendi kararlarını alan, sevmeyi, yeniden başlamayı, yeniden gülmeyi seçen kadınlar var artık.
Belki bir gün “dul” sadece bir kelime olur; içinde korku, ayıp, yas, kontrol barındırmaz. Belki bir gün, kelimeler gerçekten sadece kelime olur. Ama o güne kadar, bu kelimenin sessiz tarihini, yarım kalan kadınların hikâyelerini anlatmak boynumuzun borcu.

 

HASAN ABACI

HASAN ABACI
HASAN ABACI

1986’da Hatay Samandağ’da doğdu. 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Delaware State University’de Psikoloji ve İnsan Hizmetleri eğitimi aldı. Uzman psikolog olarak yıllar boyunca insan hikâyelerine kulak verdi, gözlem ve sezgilerini hem mesleğine hem yazın hayatına taşıdı. 2020’de Türkiye’ye döndü. Hâlen Hatay’da kendi danışmanlık merkezinde çalışmakta, yazarlık serüvenini sürdürmektedir. Enkazdan Paralel Evrene Uyanış romanının yazarıdır.

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.

Bunlar da ilginizi çekebilir

Ayıp

Ayıp

5 ay önce
Uyanık

Uyanık

4 ay önce
Yorumlar

Mehmet

Öğretmen olmayı ne güzel anlatmışsınız bravo

3 hafta önce
Ali

Güzel bir yazı olmuş

3 hafta önce