Arama

Kayıp Değilim, Kalmayı Seçtim

Okunma Sayısı : 399

Kararlıydı. Değişmeyecekti. Zihninin labirentlerinde dolaşmayı seçti. Çünkü çıkışı bulursa, kim olduğunu da kaybedecekti. Her çıkış bir vedaydı. Her vedada bir parça kayboluyordu içinde.

Kayıp Değilim, Kalmayı Seçtim

Uzanmış, düşünüyordu. Karşısındaki solmuş resme değil, kendi içine bakar gibiydi. Gözleri sabitti ama zihni kıpır kıpır; geçmiş, gelecek, pişmanlıklar ve keşkeler sırayla geçiyordu içinden. Ömrünce biriktirdiği, zamanla yerli yerine koyup düzenlemeyi unuttuğu binlerce düşünce, zihnini ve ruhunu kemiriyordu; suya atılan küçücük bir taşın dalga dalga her şeyi bozması gibi, içi durmaksızın sarsılıyordu. Yıllarca okudukları, izledikleri, duydukları, yaşadıkları ruhunu doldurmuştu da... Taşmışlığın değil de taşkınlığın bile yetersiz kalabileceği bir hale getirmişti onu. Soruları vardı, cevap bekleyen. Hepsi bir köşede bekliyordu: sessiz, sabırlı ama ısrarcı. Cevapları kim verecekti? Kendisi mi, annesi mi, sevgilisi mi? Yoksa hiçbiri mi?


Hangisi gerçekten muhatabıydı, hangisi sadece bahaneydi?


Dışarıdan nasıl göründüğünün farkında bile değildi. Uzamış, karışık saçları; kırçıl, dağınık sakalı vardı. Üzerinde, rengi solmuş polar bir pijama ve dirsek yerleri incelmiş, zamanla uzamış gibi bileklerine doğru sarkan eski bir kazak vardı. Annesiyle yaşıyordu ve annesine hissettirdiklerini ya da yaşattıklarını hiç ama hiç umursamıyordu. Annesine karşı gizli bir kini vardı. Çocukluğundan kalma bastırılmış bütün duygularının sorumlusu oydu çünkü. Annesinin hayata karşı acemiliği, yaşananlara karşı verdiği aşırı tepkileri, kendini önemsetme çabaları, ilgisizliği, sevgisizliği, küçümseyen bakışları... Sevgi sandığı her şeyin içinde gizli bir ceza vardı sanki. Oysa annesi, dışarıdan bakınca hep “fedakâr bir kadın”dı; ama o fedakârlığın gölgesinde büyüyen bir çocuk, sevgisizlikle susuz kalmış bir çiçek gibiydi.Bir ara evin kapısı çaldı. Annesi açtı. Söyleniyordu yine. Annesi, kendini bildi bileli hep söylenirdi zaten.
Bir kadın ve bir adam girdi içeri. Tanımadığını düşündü, bakmadı bile yüzlerine. Annesi yine o bildik mazlum, ezik, çaresiz haliyleydi. Gözlerini kısarak baktı annesine.


“İşte, siz de görün. Bir de siz şahit olun,” diyordu gelenlere. Gelenlerden biri, “Yine mi bakıyor duvarlara? Sende de şans yok; tek oğlun, ömrünü yedi, neler çektin,” diyordu. Tüm kronik hastalıklarını oğluna mal etmenin gizli sevincini yaşıyordu annesi.
Çok acınası buldu bu söylenenleri. Bakmadı bile. “Değmez,” dedi içinden. Umursamadı. Böylelerine çoktan kapatmıştı algılarını.


Yavaşça kalktı. Pencereye yöneldi. Kafasının içindeki labirentlerde çıkış yolunu arayan o tanıdık sesler yeniden konuşmaya başlamıştı:
“Bir hayat derinlemesine nasıl yaşanır ki?
Ne yapmalı? Nasıl bakmalı her şeye?
Farklı olan nedir ki her zamankinden?”


Bugün de yağmur yağıyordu. Damlar yine su sızdırıyor, insanlar kırık şemsiyeleriyle işlerine yetişmeye çalışıyordu. Yaşlı komşusu, her zamanki saflığıyla pencerede damlaları sayıyor, annesinin birkaç saat önce özenle serdiği çamaşırlar birer birer teslim oluyordu damlalara. Mahallenin kedisi yine sırılsıklamdı; sıcak bir kucak arıyordu. O ise, her zamanki çelişkileriyle pencereden bakmakla yetiniyordu hayata. Oysa, diye geçirdi içinden:
“Kırsam artık şu duvarları...
Koşsam sokaklara. Islansam iliklerime kadar. Titresem.
Ve ıslak ıslak baksam bir kere de hayatıma.
Sonra eve dönsem.
Annemin azarlarını dinlesem ama hiç öfkelenmesem bu defa.
Komşumun tatlı sert bakışlarını taşısam üzerimde.
Uzansam o ıslak halimle salondaki kanepeye.
Annemden bir bardak demli çay istesem, o da hiç söylenmeden getirse bir kere de.
İçsem... İçim ısınsa.
Ve 'ne çılgınlıktı ama' desem kendi kendime. Her zaman yapılmayanları yapmak gerek aslında. Sonra korunaklı ve bir başıma geçirdiğim çocukluğum gelse aklıma. Üzerim kirlenir korkusuyla annemin hiç çıkarmadığı sokağın hasreti çökse üstüme. Ve hiçbir zaman başka çocuklara gösteremediğim bilyelerim için hüzünlensem. Zaman, yıllardır bir türlü yakalayamadığım ve artık yakalamak için hiç uğraşmadığım hızıyla geçse ve annemin 'yine mi'lerine katlanmamak için kalksam ve evin en uzak köşesinde saklansam. Oradan dinlesem yağmuru, oradan görsem damlaların yerdeki göletlerde nasıl dans ettiğini.”


Ama olmazdı. Yapamazdı. Tüm bunlar için cesaret gerekliydi. Risk almak, çabalamak lazımdı. Tüm bunları yaparsa biterdi her şey, biliyordu. Annesine öfkesi de, terk edilmişliği de, işsizliği de, tükenmişliği de... Olmazdı, bitmemeliydi. İzin veremezdi. Bunlar, onu var eden şeylerdi. Bunlardan kurtulursa, yıllardır sıkı sıkıya tutunduğu tüm geçmişi, tüm yaşanmışlıkları silinip giderdi. İzin veremezdi, etrafındaki insanlara ve hayata karşı tek kozunu kaybedemezdi. Böyle gelmiş, böyle gitmeliydi. Daha iyi bir hayatı seçmeyi yıllar önce bırakmıştı zaten. O, zamanda durmayı seçmişti. Tüm hesaplaşmalarını kafasındaki seslerle böyle yapacaktı. Kararlıydı. Değişmeyecekti. Zihninin labirentlerinde dolaşmayı seçti. Çünkü çıkışı bulursa, kim olduğunu da kaybedecekti. Her çıkış bir vedaydı. Her vedada bir parça kayboluyordu içinde. Kendi yarattığı ve artık esiri olduğu labirentin tam ortasında durmuştu. Ne korkuyordu ne de umut ediyordu artık. Çıkışı biliyordu. Defalarca gördü. Defalarca yanından geçti. Ama gitmedi. Çünkü orası “son”du. Ve o bitmek istemiyordu.


Zaman zaman içindeki sesler fısıldıyordu: “Belki bu kez...” Ama sessizce gülümseyerek içindeki öfkeyi körüklüyordu. Gerek yoktu yeni başlangıçlara. Bu, artık onun tutsaklığı değil, zamanla oluşan kimliğiydi. Tıpkı bazı insanların bulunmaktan çok kaybolmayı seçtiği gibi. Kendi karanlığını seçiyordu. Tüm kavgalarının sonucu, karanlık bir labirentte tutsaklıktı. Her ne kadar başkalarını cezalandırmak için bu yola çıkmış olsa da, yolu kendi esaretiyle sonlandırıyordu.


Herkes gibi içindeki çocuk da çabalıyordu onun için. Farkındaydı. Ne zaman hafif bir rüzgâr esintisi kadar umut doğsa, içindeki çocuk hemen fısıltılara başlıyordu. Güzel günler, parlak gelecekler vadediyordu. İçinde yankılanıyordu o tanıdık neşeli sesi. Küçükken kendi kendine fısıldadığı bir melodinin kırıntısı gibi... Her seferinde gözlerini kapatıp, kaybettiklerini düşünüp susturuyordu bu fısıltıları.
Ama bu kez gitmemekte kararlıydı. Bu ses, her şeye rağmen yaşanan mutlu anları hatırla diyordu. Tek hatırladığı, sevgilisinin onun boynuna yaslandığında duyduğu kalp atışları ve hiçbir parfüme değişmeyeceği ten kokusuydu. Bu da artık onun için imkânsızdı.


Yağmur hâlâ yağıyordu. Aynı ritm ve aynı hızla. Ne yaparsa yapsın, yeniliklere, değişimlere gücü yoktu. İstemiyordu zaten. “Hadi uyan, kalk ve kendine bak,” diyen o sesi de, o çocuğu da istemiyordu. Yağmur damlalarının ahengini görmek için herkes gökyüzüne bakarken, o yağmurun toprağa değdiği yeri izleyendi.
Ne kaçıyor, ne kalıyordu tamamen...
Yağmur hızını arttırmıştı. Annesi yine söyleniyordu: “Ben sana ne emekler verdim, sen ne yaptın bana?” diye. Aynı cümleler, aynı bakışlar, aynı suçlamalar...
Yavaşça mutfağa yürüdü. Annesinin sesi sadece kulaklarında değil, ruhunun en derinlerinde yankılanıyordu. Çekmeceyi açtı. Bıçağı eline aldığında hiçbir şey düşünmüyordu artık. Annesinin yüzüne bakamadan indi bıçak darbesi. Ellerinin titremesini fark etmedi bile. Bu bir öfke patlamasından çok, yıllarca beklenen bir hesaplaşma gibiydi. Onca yılın suskunluğu, tek darbede dile geldi sanki.
Ve ardından sessizlik... İlk kez gerçekten sessizdi her şey. Ama bu sessizlikte bile huzur yoktu sanki. Ne rahatlama, ne pişmanlık... Sadece büyük bir boşluk.
Pencereye döndü tekrar, oturdu. Yağmur hâlâ yağıyordu. Sırılsıklam olmuş kediyi izledi, sonra gökyüzüne değil, toprağa baktı. Ve mırıldandı kendi kendine:
“Beni cezalandıran da gitti. Affedecek olan da. Artık sadece ben kaldım.”

 

BURCU AL DOĞRU

BURCU AL DOĞRU
BURCU AL DOĞRU

1988 yılında Hatay’da doğdu. Çukurova Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği ve İstanbul Üniversitesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi bölümünü tamamladı. Mesleğinde her gün bir çocuğun dünyasında yeniden başlarken, yazılarında yetişkinliğin sessiz çatlaklarına ses vermeye çalışıyor. Çocukluk, kadınlık, hafıza ve içsel dönüşüm temaları etrafında şekillenen yazılar kaleme alıyor. Yazılarında sade ama derinlikli bir anlatım dili benimseyerek okuru yaşamın görünmeyen duygularıyla buluşmayı amaçlıyor. Hem bir öğretmen hem de bir anlatıcı olarak kelimelerin içindeki çocukça dürüstlüğü aramaya devam ediyor. 

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.

Bunlar da ilginizi çekebilir

DÖNÜŞLER...

DÖNÜŞLER...

4 ay önce
Yorumlar