Okunma Sayısı : 333
1938’in ilk yıllarıydı.
Hatay’ın Türkiye’ye katılış süreci sancılı günlerden geçiyordu. O dönemin çeteleri silah zoruyla arazi zaptı yapıyorlardı. Hedeflerinde Samandağ'a bağlı Karaçay köyü vardı. Öncesinden gelip köylüleri tehdit ederek arazileri, “Bize devredeceksiniz” demişlerdi.
Köylüler bu talebe karşı çıkmışlardı. Topraklarını bırakmak istemiyorlardı. Arazilerine sahip çıkabilmek için silahlanıp çetelere karşı koymaya karar verdiler. Çetelerin köye geleceği gün, köyün girişinde çalıların arasına saklanarak pusuya yattılar.
Bir süre sonra atlı çeteler arka arkaya köye girdi. Köyün önderi sayılan Selim, ilk kurşunu sıkıp gelenlerden birini öldürdü; silahlı çatışma başlayıp, aralarından birinin düştüğünü gören çeteciler geri çekilip kaçıştılar. Topraklar korunmuştu fakat Selim adam öldürme suçundan tutuklanıp hüküm giydi. Hapishane yıllarının ağır şartları altında hem bedenen hem de ruhen yıprandı. Bir gün hapiste kısmi felç geçirdi, bu sebeple tahliye edildi. Tahliyesinden sonra artık eski hayatına tutunamayacağını anlayarak köyünü terk edip ve ailesini alıp ilçe merkezine yeni bir başlangıç umuduyla yerleşti. .
1970 yıllarında Hatay'da yurtdışına işçi olarak gitmek çok yaygındı ve bu durum neredeyse herkesi etkilemişti. Ben de yurtdışına gitmeye karar vermiştim ve geçiş vizeleri o zaman Ankara'daki Suudi Arabistan Konsolosluğu'ndan alınıyordu. Yolda Aziz 'le tanıştım. Aziz, çetelere direnen ve bu uğurda yıllarca hapis yatan Selim'in oğluydu. Babasının hikayesini anlatmış ve bu hikaye beni çok etkilemişti. Otobüsle çıktığımız bu yolculukta kısa sürede iki yakın arkadaş olduk. Ankara’ya vardığımızda Kurtuluş Parkı’nın karşısında yer alan Park Otel’e yerleştik. Şehrin hareketliliği ile taşranın sessizliği arasındaki fark daha ilk anda bizi şaşırtmıştı.
Otelde biraz dinlendikten sonra çevreyi görmek için caddeye indik. Sohbet ederek etrafa bakınıyorduk ki bir anda etrafımızı sivil polisler sardı. Ne olduğunu anlayamadan kimliklerimizi kontrol ettiler ve olağandışı bir durum var topluca bir arada duramazsınız, otele geri çıkın dediler. Biz şaşkınlık içinde birbirimize baktık ve tekrar otele döndük.
Vizeleri alıp Hatay'a döndükten birkaç gün sonra Suudi Arabistan'a giden otobüse bindik. Üç günlük zorlu bir yolculuğun ardından Arabistan’ın Taif kentine vardık. On kişilik işçi grubumuz için Arabistanlı kefil bizlere dört odalı bir ev kiralamıştı. Her odaya üçer kişi düşecek şekilde yerleştirildik.
Arkadaşım Aziz, kendi komşuları olan iki kişiyle aynı odada kalmak istemedi, ısrarla benim kaldığım odada kalmayı tercih etti. Bu isteği üzerine aynı odaya yerleştik.
Günlerimiz çalışmakla geçiyordu. Sohbetlerimiz, birlikte yediğimiz yemekler derken Aziz’le olan bağımız sıradan bir arkadaşlıktan öteye geçti, onunla aramızda adeta kardeşlik bağı oluşmuştu. Geceleri baş başa kaldığımızda aile sohbetlerine dalıyor, geçmişimizi, yaşadıklarımızı birbirimize anlatıyorduk. Zaman böylece hızla akıp gidiyordu.
İşten döndüğümüz bir günde elektrikler kesildi, ev karanlığa gömülmüş, herkes odasına çekilmişti. Oturup uzun uzun konuştuğumuz o gece Aziz bana;
“Sen olmasaydın burada yapayalnız kalırdım, bana.kardeşten bile daha yakın oldun ” dedi.
O an ben de fark ettim ki bu yolculuğum sadece ekmek parası için değil, aynı zamanda dostluğun gerçek olanını öğrenmek içinmiş.
Sohbetimiz ilerledikçe Aziz’in yüzü ciddileşti, sesi derinleşti. Bir süre sustu, sonra bana dönerek:
“Sana tuhaf gelmiştir” dedi.
“Neden o iki komşumla aynı odada kalmak istemediğimi anlatayım...”
Gözleri uzaklara dalmıştı, yıllardır içinde taşıdığı yükü ilk kez paylaşacaktı.
“Biz köyden ilçe merkezine geldiğimizde okulda bir kızla tanıştım. Zamanla birbirimize aşık olduk, hâlâ da seviyoruz. Ama işte aynı odada kalmamı istemediğim o iki kişiden biri onun abisi, diğeri amcasının oğlu. Anlarsın ya, bu yüzden bu sır sadece ikimizin arasında kalmalı, sonsuza kadar. Abisi öğrenirse beni burada yaşatmaz. Bu yüzden kimse bilmemeli. Sen de bunu sonsuza kadar sakla kardeşim.”
O an onun ne kadar ağır bir sır taşıdığını anladım. Bir yandan da bu çaresizliğine hüzünlendim, bir yandan da bu aşkın yol açacağı tehlikeyi düşündüm. O gece Aziz’in sırrını kardeşlik yeminimle içime gömdüm.
Günler birbirini kovalarken, bir taraftan gurbetin ağırlığı bir taraftan da sıla özlemi içimizi yakıyordu. Aziz’in mahzun duruşu, sevdiğiyle haberleşmesinin zorluğu düşündürücü olduğu kadar da sıkıcı bir durumdu. Her gece dertleşip çare bulmaya çalışıyorduk.
Bir akşam Aziz, düşünceli bir şekilde,
“En iyisi mektup yazıp postaya atalım.” dedi.
Böylece mektup yazıp zarfa koyuyor, zarfa kızın ismini yazıp kapatıyorduk. Sonra kimse fark etmesin diye bu zarfı ikinci bir zarfa koyuyor, onun üzerine de benim abimin ismini yazıyorduk.
Sabah erken kalkıp, herkes uyurken mektupları posta kutusuna bırakıyorduk. Orada üsteki zarfı yırtıp içindekini kutuya atıyorduk. Böylece kimse şüphelenmeden haberleşmeyi sağlıyorduk.
Zamanla Aziz'in sevdiğine görücü gelmeye başladı. Ailesi evlenmesi için baskı yapıyordu, kız ise her defasında "yok" diyerek direniyordu. Ancak 1980'li yılların Türkiye'sinde aile baskısına direnmek pek mümkün olmuyordu. Kıza yapılan bu baskılar Aziz’e de yansıdı, artık onda da huzur kalmamıştı. Geceleri uyumuyor, sabah işe isteksiz gidiyordu. Arkadaşı olarak bu hâl beni üzmeye başlamıştı. Artık kızın ailesini ikna etmenin bir yolunu bulmak gerekiyordu. Bunun için Aziz’in kıza ne yapacağını anlatması gerekti, bu doğrultuda Aziz'in bir kasete ses kaydı yapıp göndermesine karar verdik.. O zamanlar kasete ses kaydı yapıp, kaseti memlekete göndermek etkili bir iletişim biçimiydi. Önce gece boyunca oturup konuştuklarımızı kâğıda yazdık, tek tek inceledik. Sonra teypte kaydı açtık. Aziz konuşurken ben sesini kasete çektim. Sabaha kadar uğraştık. İşimiz bitince kaseti güzelce sarıp yatağımın altına sakladık. Hiçbir şey olmamış gibi sabah işçilerle beraber işe gittik.
Akşam pazardan bir kot pantolon aldık. Kaseti pantolonun arka cebine koyup, cebin ağzını diktik. Sonra pantolonu poşetleyip tekrar yatağın altına sakladık. Sürekli saklamak zorundaydık çünkü kızın abisi ve kuzeni yan odada kalıyordu. Eğer kaseti bulurlarsa Aziz'e ciddi anlamda zarar verebilirlerdi. 1980'li yıllarda aşk ilişkisi kurmak büyük bir günahtı ve namus cinayetleriyle sonuçlanabiliyordu. Pantolonu göndermek için Türkiye’ye dönecek bir arkadaş aramaya başladık. Sonunda güvenilir birini bulduk. Ona emanetin çok önemli olduğunu, mutlaka abimin camcı dükkânına teslim etmesi gerektiğini ısrarla tembih ettik. Üstüne isim yazmadan yalnızca doğru kişiye ulaştırmasını söyledik. Artık geri dönüşü yoktu. Kasetin içindeki ses Aziz’in bütün hayatını değiştirecek o sırrı saklıyordu.
Kaset nihayet sağlam bir şekilde ulamış ve hatta kızdan cevap olarak bir mektup gelmişti. Aziz mektubu okuduktan sonra üzgün bir yüzle bana bakarak:
Kızın; "Artık yanımda durmanı istiyorum. Bu yük tek başıma taşıyacak kadar hafif değil. Yolumuzu birlikte seçmemiz gerek. Eğer gerçekten benimle yuva kurmak istiyorsan artık gel. Ailemin baskısına daha fazla direnemiyorum” dediğini söyledi.
Bu sözlerden sonra Aziz her gece dönüşü konuşmaya başladı.
Yavaş yavaş eşyalarını hazırlıyor, yolculuk bileti bulmak için her gün otobüs firmalarının yolunu tutuyordu. Sevgilisiyle evlenebilmek için, gurbetten altı aylığına dönmek zorundaydı.
Dönüş zamanı gelince Aziz'in eşyalarını otobüse yerleştirip, üzgün bir şekilde vedalaştık.
Altı ay sonra Aziz mutlu ve mesut bir şekilde döndü. Biz de kaldığımız yerden hayata devam etmeye başladık. Geceler yine aynı sohbetlerle geçti.
Onun mahzun gülüşleri, içtenliği ve bana anlattıkları yüreğimi ısıtıyordu. Yanında huzur buluyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum.
Aziz; karısına özgürlük tanıdığını, "İstersen kendi annenle, istersen benim annemle kal, hangisi içinden gelirse" dediğini; karısınınsa Aziz'in gözlerine bakarak "Hayır, biz satın aldığımız dairede kalalım, bizim yuvamız burası olsun" dediğini anlatmıştı.
Bir akşam oturmuşken dayanamayıp, o mahzun yüzüne bakarak sordum:
“Çocuk oldu mu?"
Yüzüne tatlı bir tebessüm belirdi. Sessizce başını salladı ve yumuşak bir sesle:
“Hayır, daha olmadı, olur inşallah” dedi.
Zaman akıp giderken günler bir bir tükendi. Benim gurbetten ayrılma vaktim gelip çattı. 1987 yılında kesin dönüş biletimi aldım. Aziz’le son gecemizi geçirdik. O gece hem hüzün hem tarifsiz bir bağlılık vardı aramızda. Aziz’in varlığına duyduğum güven vardı.
O an anladım ki asıl yolculuk kalpte başlıyor. Ayrılıklar sadece sabrı büyütüyordu. Hüzünlü bir vedalaşma oldu. Ben memlekete döndükten sonra bir daha görüşmedik.
Yıllar sonra memleketteki evimde otururken davetsiz bir misafir kapımı çaldı. Aziz’i karşımda görünce hem çok şaşırdım hem çok sevindim. Böyle bir dostu yeniden görmek benim için çok değerliydi. Onun gözlerindeki derin hüznü fark edince dayanamadım:
“Ne oldu?” diye sordum.
Sessizce başını eğdi ve:
“Seninle vedalaşmaya geldim.” dedi.
“Ne için?” dedim şaşkınlıkla.
“Eşim beni aldattı, ihanete uğradım.” dedi kısık bir sesle.
Donup kaldım.
“Nasıl oldu diye fısıldadım.
“Oldu artık.” dedi gözleri dalgın bir şekilde.
Ardından, "ya o uykusuz geceler, sabaha kadar kendisi için yazdığımız şiirler, mektuplar, hayaller, bunların hiç izi kalmamış mı kendisinde?" dedim
“Hayır, hepsi hatırada kaldı. Yaşanan her şey çekişmeli bir boşanmayla bitti.” dedi.
Sonra bana dönüp içtenlikle:
“Ben sana veda etmeye, bana yaptığın bütün destekler, döktüğün bütün emekler için teşekkür etmeye geldim.” dedi.
"Bütün mallarımı sattım, buradan temelli gidiyorum. Bir daha dönmeyeceğim. Buradaki insanların yüzüne bakamam artık, hakkını helal et", dedi.
O an yüreğim paramparça oldu. Yazık oldu dedim, senin o masum yüzüne, hüzünlü bakışına. Sen yuvanı kaybettin, ben de can dostumu.
Onu son kez kucakladım, gözyaşlarımla uğurladım.
"Güle güle sevgili dostum. Su kadar Aziz ol, yolun açık, şansın bol olsun, güle güle...."
SAMİ SULTANİ
1957 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesinde, çiftçilikle geçinen bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta çalışmak zorunda kaldı; çocukluğu ve ilk gençliği Çukurova’da pamuk tarlalarında, Hatay’da mandalina bahçeleri ve inşaatlarda çalışarak geçti. 1979 yılında Suudi Arabistan’a iş gücü göçünün başladığı dönemde, bu bölgeye giden ilk işçi kafilelerinden birinde yer aldı. Uzun yıllar Arabistan çöllerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek esnaflık yaptı. Yaşamı boyunca; değişen coğrafyaların, zamanların ve suskun hayatların tanığı oldu. Yazdıkları, hayal ürünü değil; birebir yaşanmışlığın, içinden geçilmiş zamanların sesidir. Edebiyatı bir anlatı değil, yaşamın ta kendisinin tanıklığı olarak görüyor ve bu anlayışla yazıyor.