Okunma Sayısı : 210
Sürekli işe giderken geçiyordum o ara sokaktan. Kentin beton bloklarının arasında öyle önemsiz, tüm sokaklar gibi , tek tip bir sokaktı. Sağında solunda kaldırım olan, zemini eski asfaltan oluşmuş, karşılıklı apartmanların arasında bir ara sokak. Benim geçtiğim saatlerde hep tenhaydı, hiç çocukların top peşinde koşturduğunu görmemiştim o sokakta. Ruhsuz, cansız , gri bir sokaktı. Benim için hiçbir anlamı ve önemi yoktu. Dolmuş durağına giderken kullanıyordum.
Bir gece mesaiye kalmıştım. Her zaman geçtiğim bir saatten daha geç bir saatte geçmek zorunda kaldım. Sokağın aydınlatması pek iyi değildi. Loştu. Sokağın son köşesinde uzun paltolu bir adamın duvara bir şeyler karaladığını gördüm uzaktan. Hayal meyal seçebiliyordum, uzun paltolu, kasketli, atkılıydı. Yüzünü göremiyordum ama bence yaşlı biriydi, beni fark ettiğinde aramızda uzun bir mesafe vardı. Beni fark eder etmez gerildi, tedirgin oldu ve koşar adım bulunduğu köşeden uzaklaştı. Bu yaptığına anlam veremedim, yürüyüş hızımı arttırmadan terk ettiği duvara doğru yöneldim. Duvarın üstünde bir harf yazılmaya çalışılmıştı ama hangi harf olduğu belirsizdi. Birbirini kesen iki çizgi vardı. Duvarın altında ise beyaz bir kağıt kalmıştı. Kağıdı yerden aldım ve okumaya başladım.
Kağıtta şunlar yazıyordu:
"Artık acı çekmiyorum, çekmiyorum.
Hayır hayır, yalan söylüyorum. Benim yasım hala bitmedi, ne öfkem, ne arayışım, ne de binlerce hücreme yayılmış özlemin, hiçbiri bitmedi.
Nasıl bıraktıysan beni bu köşede , ben hala aynıyım. Bu köşeden nasıl baktıysam uzun uzun arkandan, nasıl donduysa nefesim ben hala burdayım. Yıllar geçti, sen başka hayatlar yaptın yeniden, bense hep bekledim, bir gün dönersin diye değil, bir gün ben dönerim bu köşenin öncesine diye bekledim. Hiçbir resmine bakmadım, çünkü baksaydım yangınım volkana dönerdi ve ben boğulurdum ateşimin lavında.
Daha mı iyisin şimdi? Daha mı mutlusun? Ben her gece düşlerimde bile sana dokunamıyorken, sen gülüyor musun baktığın suratlara?
Senden sonrası yok bende. Ben sen gittiğinde "sonra"ları bıraktım. Ben hep bu köşede kaldım. Biri öldü bu köşede, ben onun yasına adandım.....
İçim burkuldu. Okumayı bitirir bitirmez, içgüdüsel olarak bu kağıdı oraya bırakan paltolu adamı aramaya koyuldum, gittiği yöne doğru gittim, başka ara sokaklara girdim, elim boş döndüm. Çaresizce eve geçtim. Yazılanları tekrar tekrar okudum. Kırgın bir aşkın, terk edilmiş aşığının özlemini anlatıyordu yazılanlar. Yani ben öyle yorumladım. Içime bir merak düştü, bu paltolu adam kimdi?. Sokağın o köşesinde bir şeyler yaşandığı kesindi. Peki bu adam neden duvara yazı yazmaya çalışıyordu, bekleyişinin bir işaretini vermeye mi çalışıyordu? Aklımda deli sorularla uyumaya geçtim.
Ertesi gün bu adamla tekrar karşılaşırım diye iş yerinden geç çıktım. Sokağın köşesine geldim. Adam yoktu ama duvarda bir "U" harfi belirmişti. Siyah bir boyayla çizilmiş koca bir "U" harfi....
Neydi bu ""U""? Bir isim mi, bir kelime mi yazılıyordu, yoksa bilmediğim bir dilde, hiç anlamını bilemeyeceğim bir işaret miydi bu?
Esaretim başlamıştı, bütün dikkatim paltolu adama ve onun gizemine odaklanmıştı. Beynimin bütün kıvrımları bu gizemi çözmeye odaklanmıştı. Işe giderken, iş çıkışı, hafta sonları ne zaman fırsat bulursam, saat kaç olursa olsun o köşenin olduğu sokağa gidip , gizlice o köşeyi izliyordum. Ama kimseyle karşılaşamıyordum...
Haftalar sonra yine akşam iş çıkışında "U" harfinin yanına bir harflik boşluk bırakılıp bir tire işareti yapıldığını farkettim. Sevinçle köşeye gittim, yine aynı boya kullanılmıştı. Duvarın dibinde ise bir taşın altına beyaz bir kağıt bırakılmıştı, heycandan ellerim titredi, başım döner gibi oldu, kendime gelir gelmez kağıdı elime aldım, okumaya başladım.
" Sevgi dediğin çok küçük, zayıf ve değişken, kolay tüketilip bitirilebilir. Ben sevmedim, ben sana inandım, bu bir insana inanmak gibi değildi, bu bir tanrıya inanmaktı. Öylesine büyük bir inançtı ki bu, istesen tüm varlığımla sende yok olabilirdim.
Günlerin aydınlığını sana bıraktım, sabah rüzgarını ve kahkayı sana bıraktım; uykuyu, umudu ve konuşmayı sana bıraktım. Ben lal oldum, ben karanlıktaki kör oldum, faili belirli bir cinayetin parçalanmış ölüsü oldum....Ben hiçbir kulağın duyamadığı , bitmemeye mahkum edilmiş bir çığlık oldum..."""
Satırların etkisinden çıkmak kolay değildi. Yazılanlardan çıkarttığım sonuç, buraya bunları bırakanın büyük bir aşık olduğu ve tek taraflı terk edildiğiydi. Bu aşkın içinde hala kıvranıp, kendini kurtaramadığıydı. Muhtemelen kendisini terk eden kişiyi en son bu köşede görmüştü. O yüzden bu köşeye kutsal bir mabetmiş gibi davranıyordu. Peki duvara ne yazmaya çalışıyordu ve bu yazılı kağıtları ne için bırakıyordu, hem saçma değil miydi, bu kağıtları herhangi bir kişi alıp yırtabilir veya rüzgarla uçup gidebilirlerdi. Her şey bir muammaydı. Ben, kağıt sanki bana bırakılmış gibi, kağıdı alıp eve geçtim...
Ne olursa olsun bunları yazan o paltolu adamı bulacaktım. Farklı bir yol izlemeye karar verdim. Bu adamı o sokaktaki herkese soracaktım. Apartman kapılarını çaldım, esnaflarla görüştüm, kimse böyle bir adam görmemişti. Duvardaki harfi gösterdim, çocukların yaptığını idda ettiler. Bu yoldan da bir şey elde edememiştim.
Işe gittiğim bir sabah duvardaki "U" harfinin yanına tireden sonra bir "O" harfi yapılmıştı. Duvardaki yazı "U -O" şekline dönmüştü. Elimde iki harf vardı, iki sesli harf ama bunlar da hiçbir şey ifade etmiyordu. Iki kelimeden oluşan bir bulmacayı iki harfle tek başıma çözmem mümkün değildi. Iş yerindeki arkadaşlara da tüm olanları anlattım, yazıları gösterdim. Artık iş yerinde de tek gündemimiz bu gizemli adamdı. Bu gizem bizi o kadar sarmıştı ki, köşenin yakınlarında zaman buldukça sırayla nöbet tutuyorduk. Ama yine de elimizde bir şey yoktu.
*
İş yerindeyken öğle yemeğinden dönen bir arkadaş duvara bir harfin daha yazıldığını söyledi, sabah ordan geçmiştim ve sadece iki harf vardı. Iş çıkışı heycanla gittim, "O" harfinin yanına bir "N" harfi yazılmıştı. Hepimiz iş saatinde olduğumuz için kimse köşe nöbetinde değildi. Şimdi duvarda "U -ON" yazıyordu. Duvarın altına yeni yazılı bir kağıt bulurum diye baktım, bu sefer kağıt yoktu.. Artık üç harfimiz vardı ama bu üç harf hiçbir şekilde mantıklı bir çıkarım yapmaya yaramıyordu. Neden böyle parça parça yazdığını da anlamamıştım. Bu duvardaki harfler, bu yazılı kağıtlar ne anlatmaya, kime ne söylemeye çalışıyordu? Kimdi bu adam, hepimizi deli edecekti..
Bu durumun yarattığı gerilimle baş etmek için kendi aramızda bir süre bu konuyla ilgilenmemeye karar verdik. Birkaç hafta o sokaktan geçmedim. Tabi ayaklarım beni sürekli o sokağa sürüklüyor ve içim içimi kemiriyordu. Yine de kendimi kontrol edebildim. Hem birkaç haftadan sonra daha çok harf yazılmıştır diye düşünüyordum.
Üç haftanın sonunda tekrar o köşeye gittim. Harfler aynıydı ama duvarın dibine yine taşın altına beyaz bir kağıt konulmuştu. Aldım hemen ve okumaya başladım:
"Sana zarar verecek hiçbir şey yapmadım, yapabileceğim çok şey vardı evet, herkes istediği herkese zarar verebilir. Ama ben hiçbir şey yapmadım. Sana zarar vereceğimi nasıl düşünürsün? Bu kadar önemsediğim bir varlığa zarar verirsem kendimle nasıl kalır, nasıl barışırım? Hem yapsam ne olacak ki, bu seni bana geri mi getirecek, pişmalıklarımı ortadan mı kaldıracak, kaybedilen uzun yılları telafi mi edecek?
Tıkanmış kalmışım. Bir eksik var onu tamamlamam mümkün değil, yerine bir şey koymam mümkün değil, kendi başıma halletmem mümkün değil, başka bir insana anlatmam mümkün değil..."
Boğuluyordum. Bu aşkta ne yaşanmıştı , bunlar neden yazılıyordu, bugünkü kağıtta yazılanlar bir şeye, bir suçlamaya cevap veriyor gibiydi. Sorular, sorular, başıma ağrılar girmişti. Kağıdı alıp eve geçtim. Ertesi gün iş yerine götürdüm, kendi aramızda bu aşkın hikayesini tahmin etmeye çalışıyorduk. Terk edilen biri vardı, terk edilişi onu öldürmüştü ama terk eden kişi de zarar görmekten korkuyordu ya da korkmuştu. Tamam ama neden bir sokağın köşesine bu aşkı parça parça anlatan kağıt parçaları bırakılıyordu? Kim, bunu neden yapıyordu? Karanlıkta binlerce soru işareti dolaşıyordu ve biz çok çaresizdik.
**
Bir pazar sabahı yine merakla köşeye gittim. Duvarda bir harf, bir rakam ve bir kelime vardı. Duvarda "U2-ONE" şeklinde bir yazı vardı. Bu bir şifre miydi, "ONE" ingilizcedeki bir olabilir miydi, hemen arkadaşları aradım, hepimiz yazının önünde toplandık, sonra benim eve geçtik. Bu şifreyi çözmeye mecburduk, yoksa uyku bize haram olacaktı. Kelimeleri internette arattık, U2 İrlandalı ünlü bir müzik grubuydu ve bu müzik grubunun "ONE " adında bir şarkısı vardı. Hemen şarkıyı açtık dinledik, sözlerini Türkçe'ye çevirdik.
Şarkı ayrılık, bağışlama, kırılganlık, birlikte kalma çabası ve insani birliğin zorlukları üzerine bir şarkıydı. Hem romantik bir ilişkiyi, hem de toplumsal ve ruhsal bir bölünmeyi anlatıyordu. Ama sanırım bu şarkı anlattıkları için duvara yazılmamıştı. Bu şarkı o büyük aşkın ilk ve tek şarkısıydı. O kadar sorgulamadan sonra beynimde birkaç sahne canlanıyordu. Bu şarkı ya ilk el ele tutuştuklarında ya da ilk öpüşmelerinde çalıyordu. Bu şarkı onların ikisinin şarkısıydı, anlamını bilmeden dinledikleri ve muhtemelen beraber oldukları, aynı yatakta yattıkları ilk gecenin şarkısıydı. Bu şarkı paltolu adam için bir işkenceye, bir travmaya dönüş olmalıydı. Ve muhtemelen bu şarkının adının yazıldığı sokak, terk eden kadının sürekli geçtiği bir sokaktı. Ve yine muhtemel ki duvarın dibine bırakılan yazılar benim anlamadığım bir şekilde kadına ulaşır umuduyla oraya bırakılıyordu...
Duvardaki yazının sırrını çözmüştük. Ama o büyük aşığın ve onu terk eden o gizemli kadının kim olduğunu ortaya çıkaramamıştık. Bu öyle bir aşktı ki, hakkında çok az şey bilsem de büyük bir hayranlık duyuyordum, bu aşkın kahramanlarını delicesine merak ediyordum. Erkeğin çok sevdiği, kadınınsa yıllarca sürdürüp, belki de bu aşkın en güzel yıllarının arifesinde bırakıp gittiği bir aşktı bence, çünkü erkekler sadece böyle aşklarda ölürdü...
O duvar yazısı tamamlandıktan sonra bir daha hiç kağıt bırakılmadı duvarın dibine. Ben yıllarca o köşeyi bekledim. Bir daha tek bir harf bile yazılmadı o duvara. Ben yine de bekledim.
**
Bazı zamanlar, hüzün dolar içime ve açıp o duvarda yazan şarkıyı dinlerim, ağlarım sonra, yitip gitmiş o aşkın acısına, yasına, bana hiç ait olmasa da......
UĞUR AL
Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından, genç yaşlarda adım attığı edebiyat dünyasında, yıllar boyunca hem yazar hem de yayın yönetmeni olarak üretmeyi sürdürdü. Yerelden ulusala uzanan çeşitli dergilerde kaleme aldığı yazılar; dilin, düşüncenin ve duyarlığın izini süren bir arayışın ürünü oldu. Bir süreliğine edebiyattan uzak kalsa da, söze ve anlamın derinliğine duyduğu bağlılık hiç eksilmedi. Bu sessizlik dönemi, onun için bir geri çekilme değil, daha derin bir bakışın hazırlığıydı. Şimdi, FikirEdebiyat.com aracılığıyla yeniden yazınsal üretime dönerek, hem geçmiş birikimini hem de yeni arayışlarını okurla buluşturmaktadır.