Okunma Sayısı : 328
1973 yılı Eylül’ünün ilk günleri hava soğuk ve yağmurlu. 1957 model kırmızı transit bir minibüsle yola çıktık. Belen’in sisli boğazını geçtikten sonra İskenderun çıkışında, Yarıkkaya mevkiinde şiddetli bir fırtınaya yakalandık. Akşam karanlığında Dörtyol’a varabildik.
Çalışacağımız ve aynı zamanda içinde kalıp yatacağımız yer, Dörtyol'un bir köyünde geniş kapalı bir alandan oluşan büyük bir depoydu. Aşçı olarak gelen çocuklu bir aile, depo içinde uyuyacakları yerin etrafını sandıklarla çevirip yattı. Biz açık alanda yataklarımızı serdik.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandık. İlk işim bahçelere bakmak oldu. Beni hayrete düşüren mandalina ağaçların yüksekliğiydi. Duraksadım ve düşünmeye başladım: “Ben bu kadar yüksek ağaçlardan mandalinayı nasıl toplayacağım?”
İlk günümüzü dinlenerek geçirdik. İkinci günümüzde iş hayatı başlamış oldu. Bahçeler sabahın ilk ışıklarıyla bizi bekler haldeydi; mandalina ile dolu dallar güneşi selamlayıp toplanmayı bekliyordu.
Artık günler birbirini kovalıyor, her sabah uyanıp bahçelerden mandalina topluyor, her üç günün sonunda bir tır yükleyip Almanya’ya gönderiyorduk.
Mandalina talebi artınca sayımız yetersiz kalmaya başladı. Ağa bu durumu böyle görünce, çavuşa dedi ki: “Tırlar eksik kalıyor, köyden amele alalım.” Çavuş, “Olur” dedi. Bulunduğumuz köyden amele almak için tanıdıklara haber gönderdiler. İki bayan geldi. Küçüğün adı Zeynep, ablası olan büyüğün adı Ayşe idi. Zeynep ablasına göre daha iri ve esmer; ablası daha narin, beyaz tenli, boşanmış, dul bir kadındı. Artık her gün sabah işe gelip akşam köye dönüyorlardı. Zaman ilerledikçe bu iki kız kardeşle samimiyetimiz arttı , aileleriyle tanıştık.
Ben çalışanların en küçüğü olduğum için samimiyet arttıkça bu kız kardeşler bana takılmaya başladı. “ Sürekli bana sen Arap olamazsın” diyorlardı. "Sen o sarı uzun saçlı, beyaz tenli, İstanbullulara benziyorsun", diyorlardı.
Ben de cevaben "ben daha 16 yaşındayım", bu yüzden böyle görüyorsunuz diyordum”.
Çavuşun oğlu da arada lafa giriyor:
“Doğru söylüyorsunuz, bizimkilere göre biraz farklı duruyor" diyordu.”
Çavuşun oğlu iri, uzun boylu, esmer tenli, geniş omuzlu biriydi. Sandıkların tıra yüklenmesine yardım ediyordu.
Her üç günde bir tır yüklemek zamanla bedenimi yormaya başladı. Çavuşun oğluna "Sandıklar ağır, kaldıramıyorum, her bir sandık otuz kilo geliyor, benim ağırlığım zaten elli kilo dedim. “Olmaz İstanbullu, beni yalnız bırakmayacaksın, beraber devam edeceğiz" dedi, dinlenmeme izin vermedi. Ben de devam edemedim, hastalanıp yatağa düştüm. Deponun bir köşesinde yatağa uzanıp kalıyordum. Her akşam Zeynep, ablası ve çavuşun oğlu yanıma gelip: “İstanbullu ne yaptın böyle de yatağa düştün, haydi iyileş artık" deyip duruyorlardı ama ben kanlı ishalle yakalandığımdan iyileşemiyordum. Ayağa kalkacak gücüm kalmamıştı. Köyde sağlık ocağı yok, memlekete dönemem, dönersem geri gelemem. Çaresizlik ve hastalık içinde boğuluyordum. Bu şekilde kıvranırken aşçılık yapan abla yanıma geldi, yüzüme bakarak “Bak İstanbullu, sen böyle iyileşemezsin”, dedi. “Ne yapayım?” dedim. “Bu ishalini tek bir şey durdurur, bu tası al ağanın hanımına git deki bunun dolusu kahve istiyorum”.
Düşündüm, "acaba Ağanın hanımı verir mi, reddetmez mi beni?" Şansını denemekten başka çarem yoktu. Yavaş yavaş toparlanıp kalktım, depodan çıktım, bahçeye yöneldim. Ağa’nın villası bahçenin en başındaydı. Yavaş yürüyerek villanın dış kapısına geldim ve kapıda bekledim. Hanım ağa pencereden görünce kapıyı açtı, beni iyice süzdükten sonra:
"İstanbullu dedikleri sen misin?"
“Evet” dedim. “Ne istiyorsun?", dedi.
“Kahveniz varsa bana biraz verir misiniz?” dedim çekinerek. Kahveyi aldım, yavaş adımlarla mağazaya döndüm. Kahveyi bir bardağa koydum, bir limonu ikiye böldüm. Yarım limonun üstüne kahveyi koyup emmeye başladım. Günde üç defa tekrarını yaptım. Bir hafta boyunca böyle yapmaya devam ettim. Güç bela iyileşmiştim..
Hastalıktan sonra kaldığım yerden işe devam ettim. Zeynep ve ablası her gün bana takılıp geç vakitlere kadar depoda yanımda kalırlardı. Çok geç olunca “Hadi İstanbullu gidiyoruz” derler, ben de onlara "Geç oldu, çavuşun oğlu da sizinle gitsin, köydekiler sizi rahatsız ederler”, derdim..
Tır yükleme işi ağır geldiği için bıraktım, artık depoda ayakçı olarak çalışmaya devam ediyordum.
Çavuşun oğlu beni bırakmış artık başkalarıyla mandalina yüklüyordu. Zamanla Zeynep'le aralarında bir yakınlaşma oldu. İkisi başka mezhepten olduğu için ben bu işin olacağını düşünmüyordum. Hem Zeynep’in ailesi köy dışından gelene çok sıcak bakmazdı. Çavuş’un oğlu mevsimlik işçiydi, o köyün yerlisi değildi. Zeynep'in babası yıllar önce ölmüştü. Zeynep babasız büyümüştü. Çok sert mizaçlı bir ağabeyi vardı. Başlarda beklediğim gibi olmuş Zeynep'in ailesi bu ilişkiyi kabul etmemişti.
Ama en büyük derman zaman derler ya, aynen öyle oldu. Aileler zamanla kabullendi. Susmalar, reddedişler yerini tebessümlere bıraktı. Eski önyargılar yıkıldı, çünkü aşılmaz duvarlar sabırla yıkılır. Zeynep ile çavuşun oğlu mevsimlik bir masalın sonunu değil, yeni bir hayatın başlangıcını yazdılar ve ben buna tanıklık ettim.
Ve 1973 yılının mandalina mevsimi; yüklenmiş tırlarıyla, toplanmış mandalinalarıyla, hastalıklarıyla ve umut veren sevda hikayeleriyle böyle bitti… Geriye hafızama kazınmış zamanları ve toplanmış mandalina bahçelerinin kimsesiz sessizliği kaldı....
SAMİ SULTANİ
1957 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesinde, çiftçilikle geçinen bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta çalışmak zorunda kaldı; çocukluğu ve ilk gençliği Çukurova’da pamuk tarlalarında, Hatay’da mandalina bahçeleri ve inşaatlarda çalışarak geçti. 1979 yılında Suudi Arabistan’a iş gücü göçünün başladığı dönemde, bu bölgeye giden ilk işçi kafilelerinden birinde yer aldı. Uzun yıllar Arabistan çöllerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek esnaflık yaptı. Yaşamı boyunca; değişen coğrafyaların, zamanların ve suskun hayatların tanığı oldu. Yazdıkları, hayal ürünü değil; birebir yaşanmışlığın, içinden geçilmiş zamanların sesidir. Edebiyatı bir anlatı değil, yaşamın ta kendisinin tanıklığı olarak görüyor ve bu anlayışla yazıyor.