Arama

İçimdeki Çocuk

Okunma Sayısı : 300

1965 yıllarında elektriğin karanlığı tam olarak yenemediği gecelerde, ortamızda gaz lambasıyla ışık veren dört camlı bir fanus dururdu. O ışık; ışık değil, sanki sabrın kendisiydi. Her yanışıyla bize “ azıcık daha çalışın, dayanın, belki yarın başka bir gün olur” diyor gibiydi. Kalemi sırayla tutardık, sadece bir kalemimiz olurdu çünkü.

İçimdeki Çocuk

Duvarları kireçle boyanmış odanın, tahta olan kapısının arkasında, tahtadan yapılmış uzunca bir sürgüsü vardı. Ben ve üç kardeşim, bu kireçli odada yaşadık çocukluğumuzu. Duvarlar tam beyaz değildi; zamanla sararmış, çatlamış, bazı yerlerde dökülmüş bir beyazlık vardı. Tozla, terle, ekmek kokusuyla karışmış bir beyazlık.

 

O duvarların önünde diz çöküp okul ödevlerini yapardık. 1965 yıllarında elektriğin karanlığı tam olarak yenemediği gecelerde, ortamızda gaz lambasıyla ışık veren dört camlı bir fanus dururdu. O ışık; ışık değil, sanki sabrın kendisiydi. Her yanışıyla bize “ azıcık daha çalışın, dayanın, belki yarın başka bir gün olur” diyor gibiydi. Kalemi sırayla tutardık, sadece bir kalemimiz olurdu çünkü. Annem her gece bizi duvarın tam dibine yerleştirip yatırırdı. Duvarın yukarı kısımları çatlamış, biraz da yamulmuştu, annem duvarın üzerimize çökmesinden korkardı, yıkılırsa altında kalmayalım diye hep duvarın dibine yatırırdı. Geceleri kireç kokusu ciğerime işlerdi ama o koku bana hep evi hatırlatırdı. Dışarda soğuk, içerde yoksulluk vardı ama kalbimizde hep bir sıcaklık olurdu. Birlikte çocuk olmanın sıcaklığı.

 

O kireçli odada saklıydı hayatımız. Sadece ödev yapmazdım orada, çocuktum ben, çocukluğun tüm maceraları o odanın içinde yaşanırdı. Sabah uyandığımızda anamızı babamızı görmezdik, gün doğmadan ellerinde yorgunlukla karışık umutla tarlaya giderlerdi. Biz ise onların ardından kapının aralığından bakar, evin içine sinmiş ekmek ve toprak kokusuyla oyalanırdık.

 

Odanın iki penceresi vardı, pencereler taş duvarın içinde gömülü, derin ve serindi. Biz o pencerelerin önünde oturur, dışarıya bakıp sessizce zamanın geçmesini beklerdik. Taş evin içi gündüzleri hep loş olurdu, kireçli duvarlardan dibe doğru dökülen bir loşluktu bu…

 

Duvardaki beyazlık, güneşin içeri süzülen ince ışıklarıyla, toz olup havada asılı kalırdı. Avludaki asmanın altına inekler bağlanırdı, gün boyu biz bakardık onlara. Küçücük ellerimizle onların sırtını okşardık. Sıcaklıkları insanın sıcaklığı gibiydi. Onlarla konuşamazdık ama sanki birbirimizi anlıyor gibiydik. Onlar da bizim kadar bekliyordu, birilerinin sevgisini...

 

Akşam olduğunda gökyüzü mor bir hüzne bürünürdü. Ay ışığı asmanın yapraklarının arasından süzülür, yüzüme vururdu. Işık öyle yumuşaktı ki bazen hayal mi gerçek mi ayıramazdım. O anlar içimde bir şeyler kıpırdardı, adını bilmediğim bir şey büyütürdü o ışık içimde. Özlem mi bilmiyordum. İçimdeki his doğru bir yerde miyim diye sorardı ışık vurdukça…

 

Annemin elleri toprak kokardı, yüzü terden parlamış olurdu, yorgun olurdu akşamları ama gülümsedi mi yorgunluğu bir anda silinirdi. Bizi kucakladığında dünya küçülür, sadece o kireçli odanın sıcaklığı kalırdı. Bazen ellerimizde sakladığımız küçücük sırlarımız olurdu, düşüp dizimizi kanatıp ağlardık, annem bize bakar güler, bize yeniden gülmeyi öğretirdi. Annemin gülüşü acıyı bile unutturacak kadar saf bir gülüştü.

  

Ve o zamanlarda bir adı vardı içimizde yaşamanın : Umut.

 

Çünkü Umut en karanlık odanın duvarlarına bile bir çentik atar, o çentikten ışık süzülür ve insan içindeki çocuğu tekrar bulunca artık hiçbir gece tam karanlık olmaz. Gün gelir yılların yükü bile o çocuğun saf gülüşüne yenilir. Şimdi aradan yıllar geçti, ne o oda kaldı ne o titrek ışık veren fanus. Ama her defasında gözlerimi kapatınca o solgun ışık yine yanar içimde ve anlarım ki insanın içindeki gerçek ışık hiçbir zaman sönmüyor. O kireçli odadan çıkan çocuk hâlâ içimde yaşıyor, yoksul ama inatçı, sessiz ama inançlı ve hâlâ içimde yaşattığım o çocuğa söz veriyorum, bir gün o ışığın gerçekten aydınlattığı bir dünyada yaşayacağız.

 

SAMİ SULTANİ

SAMİ SULTANİ
SAMİ SULTANİ

1957 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesinde, çiftçilikle geçinen bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta çalışmak zorunda kaldı; çocukluğu ve ilk gençliği Çukurova’da pamuk tarlalarında, Hatay’da mandalina bahçeleri ve inşaatlarda çalışarak geçti. 1979 yılında Suudi Arabistan’a iş gücü göçünün başladığı dönemde, bu bölgeye giden ilk işçi kafilelerinden birinde yer aldı. Uzun yıllar Arabistan çöllerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek esnaflık yaptı. Yaşamı boyunca; değişen coğrafyaların, zamanların ve suskun hayatların tanığı oldu. Yazdıkları, hayal ürünü değil; birebir yaşanmışlığın, içinden geçilmiş zamanların sesidir. Edebiyatı bir anlatı değil, yaşamın ta kendisinin tanıklığı olarak görüyor ve bu anlayışla yazıyor.

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.

Yorumlar

Zühra

Harika bir yazı aşırı motive oldum. Devamı gelsinnnnnn

1 ay önce
Mehmet

Üslup harika. Tekrar tekrar okuduğum bir yazı oldu.

1 ay önce
Hanım

Çok güzel

1 ay önce
Ali

Motive edici bir yazı tebrikler.

1 ay önce