Okunma Sayısı : 206
Günümüz hayatı, insana benzeyen ama insan gibi hissetmeyen bir sistem inşa etti. Her şey var ama hiçbir şey yerli yerinde değil gibi. Gökdelenlerde yaşıyoruz ama gökyüzünü göremiyoruz. Onlarca çeşit yiyeceğe ulaşıyoruz ama hâlâ açız — belki bedenen değil ama ruhen, anlama, temasa, doğallığa açız.
Sabahları gözümüzü açar açmaz telefona sarılıyoruz. Uyandığımız ilk anda doğaya ait değil, bildirimlere aitiz. Sonra bir koşu başlıyor: İşe yetiş, çocuğu okula bırak, trafikle savaş, öğle arasında hızlıca bir şeyler atıştır, sonra yeniden toplantılar, market, ev, çamaşır, bulaşık... Nefes aldığımızı fark etmeden geçip gidiyor günler.
Bir gün, hiçbir uyarı vermeden, elimiz terlemeye başlıyor. Kalbimiz hızla atıyor, sanki bir şey olacakmış gibi. Başımız dönüyor, yutkunamıyoruz. "Kalp krizi geçiriyorum galiba" diyerek soluğu acilde alıyoruz. Tahliller, EKG'ler, doktor muayenesi... ve ardından şu cümle: "Her şey normal, bir şeyiniz yok." Oysa biz bir şey olduğunu çok net hissediyoruz. Bu sahne haftalarca, aylarca tekrar edebiliyor. Tüm tıbbi testler "sorun yok" diyor ama içimizdeki fırtına dinmek bilmiyor.
İşte burada modern hayatın görünmez ama en etkili virüsü devreye giriyor: Yapaylık.
Eskiden bir aslanla karşılaşınca salgılanan adrenalin, şimdi bir e-posta bildirimiyle harekete geçiyor. Çünkü beden hâlâ aynı beden, ama çevresi artık bambaşka. Ormanda koşmamız gerekirken oturarak yaşıyoruz. Bedenimiz kaçmaya hazırken biz toplantıya giriyoruz. Duygular donuyor, tepkiler bastırılıyor. Vücut ne yapsın? Çırpınıyor. Uyarıyor. Çığlık atıyor. Ama biz hâlâ "normalleşmiş" takvimlerimize sadığız.
Bir danışanım şöyle demişti:
"Kendimi dışarıdan izliyormuşum gibi hissediyorum. Sanki ben değilim artık. Günler akıyor ama ben orada yokum."
Bu his, artık bir kişisel kriz değil; bir çağın ortak sancısı. Antidepresanlar, anksiyolitikler, uyku ilaçları... önce işe yarıyor gibi oluyor. Sonra bir hissizlik başlıyor. Sevinç de gitmiş, öfke de. Hissedememek, acı çekmekten bile daha ağır geliyor insana. Çünkü ruhun var olduğuna dair en güçlü kanıt hissetmektir.
Bedenimizi dinlemeyi yeniden öğrenmeliyiz. Çünkü beden, ruhun sesidir. Susturduğumuz yerde beden konuşur.
Peki, nasıl dönmeliyiz o sese?
İlk adım, yavaşlamak. Modern hayatın koşuşturmasına rağmen, kendimize durma ve nefes alma hakkı tanımalıyız. Bu, günlük hayatta küçük molalar vermek kadar basit olabilir: bir fincan çay demlemek, pencerenin önünde birkaç dakika oturmak, doğaya kısa yürüyüşler yapmak. Ayağımızı çıplak toprağa basmak, bir anlığına da olsa beton ve asfaltın dışına çıkmak, bize yeniden hayata bağlı olduğumuzu hatırlatır.
İkinci adım, içimize dönmek. Bu, herkes için farklı yollarla gerçekleşebilir. Bazıları için bu bir meditasyon pratiği, bazıları için derin bir nefes egzersizi, kimileri içinse psikoterapi seansları olabilir. Önemli olan, kendi iç dünyamıza zaman ayırmak ve oradaki sesleri dinlemeye cesaret etmektir. İçimizde saklı kalan kaygı, korku, hüzün ve belirsizliklerle yüzleşmek, onları anlamak, dönüştürmek için gereklidir.
Üçüncü adım, profesyonel destek almak. Kaygı ve bedenin verdiği bu sinyaller bazen derinleşebilir, günlük hayatımızı zorlaştırabilir. İşte tam da burada, psikoterapi devreye girer. İlaçlar zihni geçici olarak sakinleştirebilir, ancak gerçek iyileşme, bu sancıların kaynağına ulaşmakla mümkündür. Psikoterapi, sadece hastalığı değil, insanın kendini tanıma, hayatına anlam katma sürecidir.
Son olarak, unutmamalıyız ki, modern hayat bizi deney fareleri gibi yapay bir ortamda sıkıştırıyor olabilir; ancak içimizdeki yaşam gücü, doğadan aldığımız ilhamla yeniden canlanabilir. Kaygı, aslında hayatı koruyan eski bir dosttur. Ama dostluk, onu anlamakla başlar.
Yeniden öğrenmeliyiz:Bedenimizi, ruhumuzu, doğayı ve hayatı dinlemeyi. Çünkü ancak o zaman gerçek anlamda uyanabilir, sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürebiliriz.
HASAN ABACI
1986’da Hatay Samandağ’da doğdu. 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Delaware State University’de Psikoloji ve İnsan Hizmetleri eğitimi aldı. Uzman psikolog olarak yıllar boyunca insan hikâyelerine kulak verdi, gözlem ve sezgilerini hem mesleğine hem yazın hayatına taşıdı. 2020’de Türkiye’ye döndü. Hâlen Hatay’da kendi danışmanlık merkezinde çalışmakta, yazarlık serüvenini sürdürmektedir. Enkazdan Paralel Evrene Uyanış romanının yazarıdır.