Arama

Kırılma

Okunma Sayısı : 269

Babasının ona çizdiği yol ile kendi rüzgarının yönü birbirine ters istikametteydi. Bir gökkuşağını tuvale gri tonlarında resmedemezdi.

Kırılma

Harman vaktinin son günlerinde, buğday tohumlarının can suyu misali dünyaya geldi. Yapbozun son parçası da yerli yerine oturmuştu: Artık aile, eline oyuncak verilmiş çocuklar gibiydi. Üç çocuklu bir ailenin üçüncü ve tek erkek çocuğuydu. Babası yıllardır kabzımallık yapardı, dürüst bir esnaf olarak bilinirdi. Annesi ev hanımıydı, başına geleceklerden habersiz, oğlunu doğurunca artık güvenli bir limana sahip olduğunu düşündü etrafındaki tüm kadınlar gibi. Artık bir oğlu vardı ve ileride her konuda eşine muhtaç olmayacaktı.

 

Mutlu ya da mutsuz olduğu belli olmayan, genellikle yalnız bir çocukluk geçirdi. Evde saatlerce oyuncaklarıyla oynardı. İki ablasıyla da iyi anlaşırdı genelde. Onların istediği her şeyi yapardı. Okula başladığı ilk hafta, ayağı kırıldı. İlk sosyalleşme denemelerinden biriydi ve okulda sınıf arkadaşlarıyla futbol oynarken yan bastı ve ayak bileği kırıldı.

 

Tam iki ay okula gidemedi. Yıllar sonra o günleri andığında yalnızlığımın fitili o zamanlar ateşlendi diye düşündü hep. Okula döndüğü zaman arkadaşlarına yabancı kaldı bir süre. Arkadaşlıklar kurulmuş, muhabbetler ilerlemiş, herkes seçtiği kişiyle aynı sırada oturmuş, kendisi ise dolu bir çöp bidonunun yanına iliştirilmiş boş bir şişe gibi en arka sırada tek başına oturmak zorunda kalmıştı. Nadiren de olsa iletişim kurardı sınıf arkadaşlarıyla ama genellikle yalnız hareket ederdi. Okumayı arkadaşlarından çok daha sonra öğrendi ama hayatı boyunca onlardan kat be kat daha fazla okudu. En iyi arkadaşı kitaplar olacaktı ömür boyu. Çünkü kitaplar onun denizinin mavisi, ormanının yeşiliydi.

 

Ortaokul ve lise yıllarında ortalamanın biraz üzerinde bir başarılı bir öğrenciydi ama çoğunlukla yalnızdı. Muhabbeti başlatan, girişen, soru soran asla kendisi olmazdı. Grup ödevlerinde gruplara mecburen katılır, işini yapıp muhabbeti ilerletmeden onlardan ayrılırdı. Arkadaşları da onu öyle kabul etmişlerdi artık. Beden eğitimi derslerinde takım oyunlarına hemen hemen hiç katılmadı. Hep ayağının kırıldığı zaman geldi aklına. Tekrar böyle bir şey yaşasa ne yapardı?

 

Lisede ikinci sınıfta okuduğu sıralar bir gün babası, ona bundan sonra gelip kendisiyle birlikte çalışması gerektiğini söyledi. Bu emir onun için padişah fermanından farksızdı, yapmak zorundaydı. Güneş doğmadan iki saat önce babasıyla işe gitmeye, oradan koştur koştur okula yetişmeye, son ders saatlerinde arka sıralarda uyuklamaya başladı. Hiçbir öğretmeninin dikkatini çekmedi bu halleri. Nasılsa fazla konuşmayan, çok başarılı olmayan silik karakterli bir öğrenciydi. Belki de onu anlayan bir öğretmeni olsa işler daha farklı olabilirdi diye düşünüp kızdığı çok oldu sonraları.

 

Liseyi ortalamanın biraz üzerinde bir diploma notuyla bitirip babasıyla çalışmaya devam etti. Zaman geçtikçe kabzımala gelip giden hamalların etkisiyle sigaraya başladı. Aradığı arkadaşlığı sigarada bulmuştu. Kendisiyle birlikte, o işi yapan hemen herkes sigara içtiği için ilk zamanlar dışında pek sesini çıkarmadı babası. Günde en fazla bir paket içer, dumanını üflerken dumanın havaya karışmasını uzun uzun izler, bir psikoloğun çocukluğa inme seansı gibi oturur düşünürdü çocukluğunu, gençliğini. Hep yalnızdı. Binlerce metrekarelik bir bozkırın ortasına dikilmiş tek bir ağaç gibi.

Lise mezuniyetinin ikinci senesinde ilk defa üniversite sınavına girmeye karar verdi. Her fırsatta meyve sebze sandıklarının üzerine oturup ders çalışmaya başladı. Babası bunları nafile birer çaba olarak görüp tek laf etmedi ona bu konuda. Üniversite okumaması konusunda hemfikir olduklarını ve bu durumun geçici bir heves olduğunu düşündü.

Ablaları çoktan evlenmiş, evde tek çocuk olarak kalmıştı. İki tane erkek yeğeni vardı. Onunla vakit geçirmeyi çok seviyorlardı. Büyük ablası ona harika bir dayı olduğunu söylerdi hep. Hatta bir keresinde ona "İyi bir dayı olmak iyi bir babalığın işareti. Sen ileride harika bir baba olacaksın demişti." Ömrü boyunca çok az şeye bunu duyduğu kadar sevindi.

 

Çabaları beklediğinden de çabuk sonuç verdi ve mezun olunca memur olabileceği bir bölümü kazandı. Artık yuvadaki son kuş da uçacaktı. Babasına durumu hemen açıklayamadı. Ta ki kayıt tarihi yaklaşana kadar. "Baba... Ben üniversiteyi kazandım. Okumaya gideceğim, memur olcağım" dedi. Babası "Ne memurluğu? İşin gücün hazır kurulmuş. Okuyup da ne yapacaksın? Binlerce kişi memur olma kuyruğunda hayatını harcadı. Otur oturduğun yerde!" dedi. Ne ara üniversiteyi kazanacak kadar ders çalışmıştı bu çocuk? En baştan onu engellemediği için kendi kendine kızdı ama her zaman olduğu gibi sonunda oğlunun onun sözünden dışarı çıkmayacağını düşündü babası. O ise babasına cevap veremedi ama yemeden içmeden kesilip günden güne daha fazla sigara içmeye başladı. Akşamları eve çok geç saatte gelmeye başlaması da cabası.

Annesi onun bu durumuna çok üzülüyordu. Kocasıyla konuştu, kocası çok netti. Ömrü boyunca babasının ayak izini takip etmeliydi. Hem okuyanlar ne kadar kazanıyorlardı ki? Şimdiye kadar kazandığı paralar da mı onu ikna etmemişti? Nankörlük yapmasındı. İşine dört elle sarılıp zamanla işleri daha da büyütmeliydi.

 

Babasının emekliliğine bir buçuk sene kalmıştı. Anne de çaresiz ikisinin arasında kaldı. O da çok şaşırmıştı oğlunun bu beklenmedik azmi ve başarısına. Sıra oğluyla konuşmaya gelmişti. Birkaç gün sonra fırsatını bulabildi ancak onunla konuşmak için. "Canım oğlum" diyerek söze başladı. "Ben de çok isterim hayalini gerçekleştirmeni ama görüyorsun babanı ikna edemiyoruz. Vazgeçsen de işini yapmaya devam etsen e mi yavrum?" Oğul kararlıydı. "Gitmem lazım anne" dedi. "Eksik hissediyorum, bir şeyler yapmam lazım. İşler her an bozulabilir. Kendimi garantiye almam lazım. Hem babamın boyunduruğu altında kalmak istemiyorum artık." dedi. "Ah be yavrum, ne seni kırmak istiyorum ne de babanı. Ne zaman memur olacağın meçhul ama işin hazır, elinde. İstesen yaparsın da hanginizi ikna edeceğim ben şimdi?" diyerek ağlamaya başladı. Annesine sarıldı ve "Merak etme anne, ne seni ne de onu yüz üstü bırakacağım. Her şey daha güzel olacak" dedi.

 

Kayıt tarihleri geldi çattı, kafasında üniversite kaydına gitmemek, babasını kırmamak vardı taa ki iş yerinde babasıyla çok büyük kavgaya tutuştuğu o güne kadar. Babasının müşteriye çok yüklü bir taviz verdiğini görüp buna çok kızmıştı. Gereksiz yere piyasa fiyatının çok altında büyük bir satış anlaşması yapmıştı babası. "Piyasa fiyatından kırk bin lira aşağıya satış yapmışsın baba. Böyle nasıl ekmek yiyeceğiz? Yazık değil mi emeklerimize?" Babası ise bu satışa kendi kendini ikna etmiş olmanın rahatlığıyla "Seni yoktan var ettim. Bu işi sana ben öğrettim. Şimdi işimi bana öğretmeye çalışma! Bu durgun piyasada böyle bir satış bulunmaz bir nimet. Elimizdeki malın yarısını sattık. Karışma bana, işine bak." dedi. Yine cevap veremedi babasına ama içinde biriktirdiği bütün öfkeyi üniversiteye kayıt yaptırmaya karar vererek kusmak istedi ve gün bitmeden üç yüz kilometre uzaktaki şehre otobüs bileti aldı. Hemen o akşam ailesinden habersiz yola çıktı. Yol üç yüz kilometreydi ama kafasının içinde binlerce kilometre katetti. Hayalleri, pişmanlıkları, keşkeleri, hataları, sevapları, parmakla sayılabilecek birkaç ufak günahı ve ailesi dışındaki tek 'iyi ki'si: Sadece üç defa gördüğü ama iki defa uzun uzun bakışarak hiç konuşmadan hayat arkadaşı olmak için anlaştığı komşu kızı...

 

Ertesi gün üniversiteye kaydını yaptırdı. Kızgındı, kırgındı, güçlüydü ama zayıftı da. Yıllardır içinde ukde kalan her şeyi yapabilecekti artık. En kötü ihtimalle özgür olacaktı. Hayal ederken yıllardır ilk defa gözyaşı döktüğünü kendisi de fark etmedi...

Eve dönüş yolunda hayaller kurmaya devam etti. Çalışırken biriktirdiği parayla ev bile tutabilirdi. Bir de devlet bursu kazanırsa geçinir giderdi. Hem zaten derslerden boş kalan zamanlarında çalışıp para kazanmaya devam ederdi. Bir sürü arkadaşı olur, içindeki okyanusu aşacak gemideki yolculuğu başlardı. Otobüsün yavaşladığını fark ettiğinde mola yerine geldiklerini düşündü ama birden kendini doğup büyüdüğü şehrin otogarında buldu. Otogar bahçesinde oturup bir sigara yaktı. Aileyle yüzleşme kısmını hiç düşünmemişti ama zaten sonuna kadar haklıydı. Bir yetişkin olmak üzereydi ve tamamen kendi ayakları üzerinde durup artık o evden ayrılması gerektiğini düşünmüştü. Bunları babasına kolayca kabul ettirebilirdi. Babası bir anlık öfkeyle büyük tepki vermişti ama hangi baba oğlunun üniversiteyi kazanmasını kabullenmezdi ki? Nasılsa yumuşar, emekli olana kadar kalan şuncacık sürede onsuz da idare eder, emekli olup evde otururdu.

 

Evin kapısının önüne geldiğinde, kapının önünde normalden daha fazla ayakkabı olduğunu gördü. Herhalde misafir var diye düşündü, eve bile girmeden geldiğini haber verip iş yerine gidecekti. Kapıyı küçük ablası açtı. Gözleri ağlamaktan harap olmuştu. "Abla ne oldu?" diye sordu ama soruya cevap bile beklemeden koşar adım içeri girdi. Salondaki herkes ağlıyordu. Annesi perişan halde ayağa kalkıp ona sarıldı ve o anda babasının öldüğünü anladı. Hayatında ilk kez evdekilerden habersiz şekilde geceyi dışarda geçirmiş, babasının kalbi buna dayanamamıştı. Ambulansta iki defa kalbi tekrar çalıştırılsa da hayata gözlerini yumması iki saati bulmamıştı.

 

Tartışmaları, kızgınlığı, kararlılığı, haklılığı, aniden gidişi ama evdekileri hesap etmeyişi...

 

Annesinin kollarından kurtulmasıyla koşa koşa şehrin tarihi köprüsüne gitti. "Olmadı, yapamadım" dedi nefes nefese. Babasının ona çizdiği yol ile kendi rüzgarının yönü birbirine ters istikametteydi. Bir gökkuşağını tuvale gri tonlarında resmedemezdi. Hem artık babası da hayatta değildi. Gözyaşları içinde kendisini yirmi beş metrelik yükseklikten aşağı bıraktı. "İyi ki"sinin de tam o dakikalarda bir trafik kazasında can verdiğini öğrenemeden vücudu parça parça olmuştu...

MEHMET ALİ GÜCEL

Etiketler : öykü pişmanlık hayat
MEHMET ALİ GÜCEL
MEHMET ALİ GÜCEL

1992 yılında Antakya’da doğdu. Kilis 7 Aralık Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Hâlen memleketinde bir devlet anaokulunda müdür yardımcısı olarak görev yapmakta, aynı zamanda Sosyoloji öğrenimini sürdürmektedir. Edebiyatla bağı, yaşamının her döneminde sürdü; yazmak onun için bir ifade biçimi olduğu kadar varoluşunu anlamlandırma yoluydu. Sait Faik’in “Yazmasaydım deli olacaktım” sözünü kendine rehber edindi. Gündelik hayatın ritminden süzülen izlenimleri insan ruhunun kıyısında gezinerek satırlara taşımaya çalışıyor. Yazınsal serüvenini şimdi FikirEdebiyat çatısı altında okurla paylaşıyor.

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.

Bunlar da ilginizi çekebilir

DÖNÜŞLER...

DÖNÜŞLER...

4 ay önce
Yorumlar